Hayatınız hakkında kısa bilgi verir misiniz?
Kırımlı bir baba ile Selanik göçmeni bir annenin ilk evladı olarak Türkiye’de dünyaya gelmişim. Annem ve babam tahsil için geldikleri Ankara’da tanışıp evlenmişler, ben de Ankara’da doğmuşum ancak kendimi bildiğim yaşlara geldiğimde Ödemiş’teydik. Ödemiş’te ve İzmir’de tahsil hayatımı tamamlayıp Tıp Doktoru ve Biyokimya Uzmanı oldum. Mesleğimi hep severek yaptım ama içimdeki edebiyat aşkı ve kelimeyle ilgili sanatlara tutkum hiç sönmedi. Hep çok okurdum, hâlâ öyleyim ve günün birinde de yazmaya başladım.
Yazarlık yolculuğunuzu neye borçlusunuz?
Yazmaya başladım çünkü mutlaka yazılması gereken bir öykü, benim ailemin Menekay’ların öyküsü kucağıma düştü. Yazmasam olmazdı. Dedem Bilal Menekay 1943 senesinde Kırım’dan çıkıp çekirdek ailesiyle Almanya’ya geçmiş. Orada Mittenwald ve Sonthofen kamplarında yaşayıp 1951 senesinde Türkiye’ye gelmişler. Babam 9 yaşındaymış Türkiye’ye geldiğinde. Dedemin Kırım’da kalan annesi ve tüm kardeşleri 1944 senesinde tüm Kırım Tatarları gibi Kırım’dan sürgün edilmiş. Ben 2010 yılında Kırım’a gittim ve dedemin en küçük kardeşi Fatma Halam ile kavuştuk. Fatma Halam 1944’deki sürgünde Urallara düşmüş. Ailenin geri kalanıysa Özbekistan’a ve Sibirya’ya sürülmüş. Sonra, yani 60 yıl sonra ben hiç görmediğim halamla buluşunca ben onların neler yaşadıklarını, nasıl olup da bir araya geldiklerini ve Kırım’a nasıl geri döndüklerini öğrendim. Onlar da dedemin neler yaşadığını, Almanya’da neler yaptığını, babaannemin Almanya’da vefatından sonra iki çocuğuyla neden Türkiye’ye gelip yerleştiğini ve Kırım’dan haber alabilmek için nasıl çırpındığını benden öğrendiler. Ailemizin hikâyesinin bütünü ortaya çıktı. Çok etkileyici bir hikâyeydi. Aslında Kırım Tatarlarının 2. Dünya Savaşında neler yaşadığını anlatan yakıcı, tarih dolu, sürükleyici ve bütünüyle gerçek bir hikâyeydi. Oysa sürgünün hikâyesi Türk edebiyatında roman dilinde hiç yazılmamıştı. İşte onu yazmak bana nasip oldu. “Aluşta’dan Esen Yeller, Bir Kırım Türküsü” adlı ilk kitabım böyle doğdu. Kitabım büyük bir yayınevinden çıkınca bana da yazarlık kapıları açıldı. O güne kadar heybemde çok hikâye biriktirmiştim ve yazmayı da çok sevdim. Okurlar da benim yazdıklarımı beğenince yazarlık yolculuğum hızlanarak sürdü, sürüyor. 13 kitabım olmuş.
Bir Türk kadın yazar olarak istediklerinizi yazabildiniz mi?
Evet, şimdiye kadar hep istediklerimi yazdım. Bu açıdan baktığımda ben çok şanslı bir yazarım, çünkü hayatımı yazarlıktan kazanmak zorunda değilim. Bu yüzden satar mı, satmaz mı, tutar mı, tutmaz mı kaygılarını taşımadan yazabiliyorum. Bu da bana canımın istediğini yazma özgürlüğü veriyor. Peki, benim canım ne istedi şimdiye kadar derseniz; Kırım halkının yaşadıklarını, sürgünü yazdım, sürgünün ardından bu halkın nasıl ayakta kalabildiğinin yanıtını, yani Kırım halkının kültürel kodlarının sırrını “Şefika, İsmail Gaspıralı’nın Kızı” adlı romanımda yazdım. Ardından emperyalizminin başka kurbanlarının hikâyelerini yazmaya başladım, Kuşbakışı ve İğne Oyası böyle geldi. Büyüdüğüm topraklar yani Ödemiş, Kuvayı Milliye’nin merkezi konumundadır. Batı Anadolu Kuvayı Milliye’si ve onun unutulmaya yüz tutmuş kahramanları bir diğer ilgi alanım oldu, Kıvılcım Aleve, Gördesli Makbule ve Demirci Akıncıları, Doktor Elması adlı kitaplarım da bu ilgimin sonuçlarıdır. Anı kitaplarım, gençler için ve çocuklar için yazdıklarım da bu külliyata eklenince 15 yılda 13 kitap oluverdi. Son olarak da İnci Kolye adlı romanım çıktı.
Son eseriniz İnci Kolye’yi biraz anlatır mısınız?
Yine bir Kırım hikâyesi. İlk kitabım çıktığında 2015 yılında, Brezilya’dan bana ulaşan bir mesajla başlamıştı İnci Kolye’nin yazım süreci. Mittenwald kampından dedemin arkadaşı, birlikte kurdukları Çankaya Dans ve Müzik Topluluğu’nun maestrosu İzzet’in inanılmaz hikâyesi, Brezilya’daki torunu tarafından bana anlatıldı. Bu gerçekten inanılmaz ve dokunaklı hikâye aslında Kırım Tatarlarının Brezilya’dan Özbekistan’a uzanan bir coğrafyada Dünya’nın dört bir yanına nasıl ve neden dağıldıklarının da hikâyesiydi. Yani Kırım Tatar diasporasının hikâyesiydi. Yazmasam olmazdı, o yüzden kolları sıvayıp yazdım. Tüm kitaplarım böyle aslında. Kitaplarımın hiç birini “ben yazar olayım, benim de bir kitabım olsun” diye yazmadım. Kendi kişisel merakımı gidermek için okurken ve araştırırken karşıma çıkan ve beni derinden etkileyen olayları ve insan hikâyelerini yazdım hep. Etkilendiğim, inceleyip araştırdığım, hiç yazılmadığını veya beni çarpan yönüyle yazılmadığını fark ettiğim hikâyeleri yazmayı seviyorum ve seçiyorum. Hikâyelerimin ortak yönü mutlaka yazılmaları gerektiğini düşünmem ve bunu iyi yazabileceğimi hissetmem. Benim için yeni bir romanın yazım süreci bu hisle başlıyor. Çok içten yanmalı bir süreç. Karar vericisi de, uygulayıcısı da benim. Sahip olduğum bu özgürlük paha biçilemez değerde, işte bu yüzden çok şanslıyım. Öte yandan kendime verdiğim ödevlere göz atacak olursam yazılacak daha çok şey var. Bu nedenle yazmayı sürdürmek istiyorum.
Yazar olmak isteyen ve Yörük Türkmen Birliği’ni Türkiye’nin, Türkistan’ın birbirinden farklı yerlerinden takip eden Türk gencine ve gençliğine son sözünüz nedir?
Okumak da, düşünmek de, yazmak da tek kişilik eylemler. Yalnız kalmayı, tek başına olmayı sevmiyorsanız bunu yapamazsınız. Onu baştan söyleyelim. Yazmak için okumak gerek, “çok okumak”. Okuduklarını, öğrendiklerini akıl süzgecinden geçirmek gerek. İyi bir süzme işlemi yapabilmek için iyi bir “akıl süzgeci” gerek. Süzülen o bilgiler yani “bilinç” çok değerli. Sonra onu yüreğin şaşmaz terazisinde tartmak gerek. Bunun için “yürek” gerek. Duyan, hisseden, empati yapan, acısıyla tatlısıyla hayatı, insan olmayı ve insanları anlamayı becerebilen bir yürek. Sonra da o bilinci ve duyguyu kelimelere dökecek “bilek” gerek. Bilgi, akıl, bilinç, yürek ve bilek. İyi bir yazar olmak için bunların hepsi şart, ama hepsinin de kıvamında olması gerek. O kıvamı tutturmak bana göre değerli olan.
Yazmak isteyenler mutlaka çok okuyarak başlamalılar, ben bunu öneriyorum gençlere. Kendi özgün fikirlerini oluşturmak için dinlemeyi veya konuşmayı bırakıp her telden okumalılar. Sonra okuduklarını gönül gözlerinin tüm açıklığıyla değerlendirmeliler. Başkalarının papağanı olmasınlar. Özgün ve değerli olanı bulmayı, seçmeyi, aktarmayı becerebilsinler. Türk tarihi inanılmaz bir zenginlik içeriyor. Yazılmayı bekleyen çok hikâye var. O hikâyeler aslında karşımızda, elimizin altında, ailemizin sandığında duruyor belki. Ama biz fark etmemişiz. İşte onları fark edecek bilince eriştiğimizde yazmak çok kolay. Çok da keyifli.

